Karar verirken, bir yandan bu soruya yanıt arayıp, bir yandan da kafamızda ‘Türkiye ekonomisi neden düzelemiyor’ sorusuna da bir kapı açmalıyız. Yani “nerede ne hatalar yapılıyor da ekonomi Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hep bir kriz içerisinde debelenip duruyor” sorusunu da düşünmeliyiz.
Ana noktalarla bakıldığında 600 yıllık Osmanlı’nın ekonomisi tarıma dayanıyordu. Çünkü nüfusunun büyük bir bölümü kırsal kesimde yaşıyordu. Tarımın temeli ise tımar sistemine dayanıyordu. Tımar, topraklarının mülkiyeti devlete, tasarrufu halka, üreticinin devlete vermesi gereken vergiler ise tımarlı sipahiye ait olan bir ekonomi sistemiydi.
Sanayi devrimiyle birlikte kapitalist ekonomiler, gelişen endüstri ve pazarı kapsayacak şekilde hareket etti. Osmanlı ise ekonomisini bu dönemde de bölgesel genişleme, geleneksel tekelci ve tutucu arazi sahipliği ile tarımın yörüngesinde devam ettirdi. Böylece Batı ülkeleri, Osmanlı'nın aksine zenginlik-güç denklemi ile üretim ve sanayiye fazla önem verdi.
Osmanlı ekonomisi; azalan üretim, köylünün ihmali, savaşların kaybı, vergi adaletinin ve düzeninin bozulması, değişen dünyaya ayak uyduramaması, sanayileşememe, korumacı politikaların terki, borç-faiz-banker batağı, kapitülasyonlar, rüşvet, vurgunculuk ve emperyalist baskılar sonucu çöktü.
1920’de yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Osmanlı’dan çok kötü bir ekonomik miras devraldı.
Böyle bir ortam içinde sınırlı kaynaklarla bağımsızlık savaşı verdi.
Şimdi ‘Ekonomisi nasıl bir ülke hayal etmeliyiz’ sorusuna dönelim.
Ancak özellikle son 40 yılda Türkiye’de ağırlıklı iktidarların sağ tandanslı oluştuğunu hafızalarda iyi tutmalıyız.
Özellikle ABD’nin ‘our boys’ları olarak 1980 Askeri Darbesi’nin ardından ülkede hep sağ tandanslı iktidarların ekonomi politikaları uygulamada oldu.
Bu politikaların mihenk taşı olan “Ülke için ‘Plan mı, Pilav mı’ gerekiyor” tartışmalarında ‘plan’ yenik düştü ve (insanların karnı doysun, plana gerek yok) anlamına gelen ‘Pilav’ savunucusu kesimler kazandı.
Böyle olunca, yatırım ve ekonomi planlamasının yapılmadığı Türkiye ekonomisi, dışarıdan gelen sıcak paraya ve ithalata bağımlı bir ekonomi projeksiyonu ile ‘yüksek hızlı büyüme konjonktürü’ sergilese de; istihdam yaratamayan bir ekonomi oldu. Yani, “istihdamsız büyüyen” bir ekonomi oldu.
Bu arada bakmayın siz; üçer aylık ortalamalar alınarak açıklanan işsizlik rakamlarına. AB uyum süreci kapsamında işsizlik oranlarının üçer aylık ortalamalar alınarak hesaplanmasıyla aslında işsizlik oranlarında düşüş olduğu izlenimi verilmiş oluyor.
Bu nedenle 1980’den sonra ülkede yönetime gelen iktidarların kısa dönemli plansız politikaları nedeniyle kalıcı bir istihdam yaratılamadı.
Daha çok kolaycılığa kaçan bu iktidar politikalarındaki istihdamsız büyümenin özünde Türkiye’nin uluslararası piyasalara sunduğu yüksek reel faiz sayesinde yüksek oranlarda çektiği spekülatif sıcak para girişleri oldu.
Sıcak para girişleri ise döviz kurunu ucuzlattı. Yani TL’yi aşırı değerlendirdi. Bu da yurt dışından ithalatı özendirdi. Sonuçta da cari işlemler açığı bir türlü kapatılamadı.
Plansız ekonomilerin yaşandığı bu dönemlerde ‘ihracat’ diye yutturulan gerçek ise; otomotiv ve dayanıklı tüketim malları gibi yurt içinde katma değeri düşük sektörlerdeki ürünlerden oluştu. Buradaki yoğunlaşma nedeniyle de istihdam artışları çok sınırlı kaldı ve işsizlik sorunu 40 yılı aşan süre boyunca iyiden iyiye derinleşti.
Böylece karşımıza sağ iktidarların sıcak para ile ekonomiyi yönetme sevdasının yarattığı cari açık ile işsizlik, birbirini besleyen ve birbirine bağlı sorunlar olarak ortaya çıktı.
10 yıl arayla yapılan askeri darbelerin de temelinde yüksek faiz almak amacıyla dışarıdan gelen sıcak para ekonomisinin ülkeyi yönetme isteği vardı. O nedenle de Türkiye uzun yıllar 10 yıl arayla askeri darbelerle ve ekonomik krizlerle karşı karşıya kaldı.
Bugün de döviz kurunun yükseliş eğilimi göstermesi, ödemeler dengesinde ve bütçedeki açık gibi ekonomideki olumsuz gelişmeler nedeniyle her an 1994-1999 ve 2001 benzeri yeni bir ekonomik kriz potansiyelinin olduğu görülüyor.
Bugün olası krizin nedenleri incelendiğinde; düşük faiz yüksek kur politikası en başta geliyor.
Bugün TL’deki çöküşün en büyük sebebi olan bu politika ekonominin genel geçer teorisine aykırı bulunuyor. Bu nedenle de “ortodoks olmayan” bir yaklaşım olarak tanımlanıyor.
Yine ‘ürkek kuş’ olarak nitelendirilen sermayenin, güvenin olmadığı durumlarda kolaylıkla kaçışının önlenmesi konusunda mevcut iktidarın bir şey yapmaması da krizi tetikleyici unsur olarak görülüyor.
Gelelim ekonomik büyüme ve ekonomik gelişme ikilemine..
Ekonomik büyüme ile ‘gelişme’ anlamca yakın olmakla birlikte, farklı kavramları içerir. Büyüme yalnızca gelirdeki artışı içermesine karşılık, gelişme; gelir artışı yanında ekonomik, sosyal ve kurumsal yapının da olumlu yönde değişmesini kapsar.
Ekonomik büyüme için sermaye birikiminin ve teknolojik ilerlemenin merkezi rolünü tartışılmaz. Bu kapsamda da tarımsal orijinli büyümeden, endüstri orijinli büyümeye geçişi, teknolojik ilerlemeler ve yatırımlardaki artışlar olmadan gerçekleştiren bir ülke yoktur.
Bu nedenle azgelişmiş ülkelerde refah artışı için yalnızca büyüme yeterli olmayıp, ekonomik gelişmeye de gerek vardır.
Fakat, gelişmiş bir ekonomi olabilmek için tatminkâr ve sürdürülebilir bir büyüme hızını yakalamak gerekir.
Arzulanan gelişmeyi gösterememiş ya da azgelişmiş olarak ifade edilen ülkelerin genel ekonomik ve yapısal özelliklerine bakıldığında; kişi başına düşük gelir, geniş halk kesimlerinde zorunlu ihtiyaç malların payının yüksekliği, yurtiçi tasarrufların ve yatırımların düşüklüğü, sermaye birikiminin yetersizliği, teknoloji üretememek, eğitim düzeyinin düşük olması, hızlı nüfus artışı sıralanabilir.
Bu özelliklerin tamamen tersini taşıyan ülkeler ise gelişmiş ekonomiler olarak nitelendiriliyor.
Dolayısıyla bizim ekonominin neden ‘diplerde debelendiği’ sorusunun bir açmazının da ‘sermaye yetersizliği’ olduğu ortaya çıkıyor.
Peki sermaye neden yetersiz?
Yukarıda değindiğimiz gibi “Osmanlı, bölgesel genişleme, geleneksel tekelci ve tutucu arazi sahipliği ve tarımın yörüngesinde devam ettirirken, Batı ülkeleri, Osmanlı'nın aksine zenginlik-güç-zenginlik denklemi ile üretim ve sanayiye fazla önem vermesi” sermayenin oluşmasını hızlandırdı.
Böyle bir mirası devralan Türkiye Cumhuriyeti’nde ise sermaye yetersiz kaldı.
Burada ortaya az gelişmiş ülkeye uluslararası sermayenin çekilmesi fikri doğdu.
Ancak uluslararası sermaye hareketliliği incelendiğinde; bu sermayenin gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinde ucuz işgücünü teşvik ettiği, altyapı ve eğitime önem vermediği, bu nedenle gelişmemiş ülkenin teknolojik sıçrama yapamadığı ve sadece ara üretim sürecinde bırakıldığı biliniyor.
Devlet kaynakları ile sermaye yaratma modeli uygulamaya konulmasının sonucunda ise ancak siyasi olarak iktidarla aynı fikirde olan yatırımcılardan sermayedar yaratıldığı ortaya çıkıyor.
Mesela Turgut Özal’ın iktidarının olduğu yıllarda, benzer bir sermaye grubu oluşturuldu. Bu sermayedar kesimi, bankacılık başta olmak üzere; finans sektörünün en önemli unsurları haline getirildi. 2001 krizi öncesinde Türkiye’nin sayılı bankalarına sahip oldular.
Ancak krizde 44 milyar dolar gibi bir yükü halkın sırtına bıraktılar.
Bu duruma son yıllardaki bir başka örnek; geçiş garantili otoyol ve köprü yapım işlerini kapsayan Kamu-Özel İşbirliği (KOİ) Projeleri gösterilebilir.
Yerli sermayenin yaratılmasının amaçlandığı bu uygulamada da devlet kaynaklarının dolayısıyla da halkın sırtına yüklenen vergilerin ‘geçiş garantisi’ adı altında bu sermaye gruplarına verildiği sağlıksız bir sürecin olduğu görülüyor.
Dolayısıyla ‘Ekonomisi nasıl bir ülke hayal etmeliyiz’ sorusuna yanıt aranırken, herkesin yaşadıklarını ve önümüzdeki 5 yıl yaşanacakları iyi irdelemesi gerekiyor.
Ana noktalarla bakıldığında 600 yıllık Osmanlı’nın ekonomisi tarıma dayanıyordu. Çünkü nüfusunun büyük bir bölümü kırsal kesimde yaşıyordu. Tarımın temeli ise tımar sistemine dayanıyordu. Tımar, topraklarının mülkiyeti devlete, tasarrufu halka, üreticinin devlete vermesi gereken vergiler ise tımarlı sipahiye ait olan bir ekonomi sistemiydi.
Sanayi devrimiyle birlikte kapitalist ekonomiler, gelişen endüstri ve pazarı kapsayacak şekilde hareket etti. Osmanlı ise ekonomisini bu dönemde de bölgesel genişleme, geleneksel tekelci ve tutucu arazi sahipliği ile tarımın yörüngesinde devam ettirdi. Böylece Batı ülkeleri, Osmanlı'nın aksine zenginlik-güç denklemi ile üretim ve sanayiye fazla önem verdi.
Osmanlı ekonomisi; azalan üretim, köylünün ihmali, savaşların kaybı, vergi adaletinin ve düzeninin bozulması, değişen dünyaya ayak uyduramaması, sanayileşememe, korumacı politikaların terki, borç-faiz-banker batağı, kapitülasyonlar, rüşvet, vurgunculuk ve emperyalist baskılar sonucu çöktü.
1920’de yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Osmanlı’dan çok kötü bir ekonomik miras devraldı.
Böyle bir ortam içinde sınırlı kaynaklarla bağımsızlık savaşı verdi.
Şimdi ‘Ekonomisi nasıl bir ülke hayal etmeliyiz’ sorusuna dönelim.
Ancak özellikle son 40 yılda Türkiye’de ağırlıklı iktidarların sağ tandanslı oluştuğunu hafızalarda iyi tutmalıyız.
Özellikle ABD’nin ‘our boys’ları olarak 1980 Askeri Darbesi’nin ardından ülkede hep sağ tandanslı iktidarların ekonomi politikaları uygulamada oldu.
Bu politikaların mihenk taşı olan “Ülke için ‘Plan mı, Pilav mı’ gerekiyor” tartışmalarında ‘plan’ yenik düştü ve (insanların karnı doysun, plana gerek yok) anlamına gelen ‘Pilav’ savunucusu kesimler kazandı.
Böyle olunca, yatırım ve ekonomi planlamasının yapılmadığı Türkiye ekonomisi, dışarıdan gelen sıcak paraya ve ithalata bağımlı bir ekonomi projeksiyonu ile ‘yüksek hızlı büyüme konjonktürü’ sergilese de; istihdam yaratamayan bir ekonomi oldu. Yani, “istihdamsız büyüyen” bir ekonomi oldu.
Bu arada bakmayın siz; üçer aylık ortalamalar alınarak açıklanan işsizlik rakamlarına. AB uyum süreci kapsamında işsizlik oranlarının üçer aylık ortalamalar alınarak hesaplanmasıyla aslında işsizlik oranlarında düşüş olduğu izlenimi verilmiş oluyor.
Bu nedenle 1980’den sonra ülkede yönetime gelen iktidarların kısa dönemli plansız politikaları nedeniyle kalıcı bir istihdam yaratılamadı.
Daha çok kolaycılığa kaçan bu iktidar politikalarındaki istihdamsız büyümenin özünde Türkiye’nin uluslararası piyasalara sunduğu yüksek reel faiz sayesinde yüksek oranlarda çektiği spekülatif sıcak para girişleri oldu.
Sıcak para girişleri ise döviz kurunu ucuzlattı. Yani TL’yi aşırı değerlendirdi. Bu da yurt dışından ithalatı özendirdi. Sonuçta da cari işlemler açığı bir türlü kapatılamadı.
Plansız ekonomilerin yaşandığı bu dönemlerde ‘ihracat’ diye yutturulan gerçek ise; otomotiv ve dayanıklı tüketim malları gibi yurt içinde katma değeri düşük sektörlerdeki ürünlerden oluştu. Buradaki yoğunlaşma nedeniyle de istihdam artışları çok sınırlı kaldı ve işsizlik sorunu 40 yılı aşan süre boyunca iyiden iyiye derinleşti.
Böylece karşımıza sağ iktidarların sıcak para ile ekonomiyi yönetme sevdasının yarattığı cari açık ile işsizlik, birbirini besleyen ve birbirine bağlı sorunlar olarak ortaya çıktı.
10 yıl arayla yapılan askeri darbelerin de temelinde yüksek faiz almak amacıyla dışarıdan gelen sıcak para ekonomisinin ülkeyi yönetme isteği vardı. O nedenle de Türkiye uzun yıllar 10 yıl arayla askeri darbelerle ve ekonomik krizlerle karşı karşıya kaldı.
Bugün de döviz kurunun yükseliş eğilimi göstermesi, ödemeler dengesinde ve bütçedeki açık gibi ekonomideki olumsuz gelişmeler nedeniyle her an 1994-1999 ve 2001 benzeri yeni bir ekonomik kriz potansiyelinin olduğu görülüyor.
Bugün olası krizin nedenleri incelendiğinde; düşük faiz yüksek kur politikası en başta geliyor.
Bugün TL’deki çöküşün en büyük sebebi olan bu politika ekonominin genel geçer teorisine aykırı bulunuyor. Bu nedenle de “ortodoks olmayan” bir yaklaşım olarak tanımlanıyor.
Yine ‘ürkek kuş’ olarak nitelendirilen sermayenin, güvenin olmadığı durumlarda kolaylıkla kaçışının önlenmesi konusunda mevcut iktidarın bir şey yapmaması da krizi tetikleyici unsur olarak görülüyor.
Gelelim ekonomik büyüme ve ekonomik gelişme ikilemine..
Ekonomik büyüme ile ‘gelişme’ anlamca yakın olmakla birlikte, farklı kavramları içerir. Büyüme yalnızca gelirdeki artışı içermesine karşılık, gelişme; gelir artışı yanında ekonomik, sosyal ve kurumsal yapının da olumlu yönde değişmesini kapsar.
Ekonomik büyüme için sermaye birikiminin ve teknolojik ilerlemenin merkezi rolünü tartışılmaz. Bu kapsamda da tarımsal orijinli büyümeden, endüstri orijinli büyümeye geçişi, teknolojik ilerlemeler ve yatırımlardaki artışlar olmadan gerçekleştiren bir ülke yoktur.
Bu nedenle azgelişmiş ülkelerde refah artışı için yalnızca büyüme yeterli olmayıp, ekonomik gelişmeye de gerek vardır.
Fakat, gelişmiş bir ekonomi olabilmek için tatminkâr ve sürdürülebilir bir büyüme hızını yakalamak gerekir.
Arzulanan gelişmeyi gösterememiş ya da azgelişmiş olarak ifade edilen ülkelerin genel ekonomik ve yapısal özelliklerine bakıldığında; kişi başına düşük gelir, geniş halk kesimlerinde zorunlu ihtiyaç malların payının yüksekliği, yurtiçi tasarrufların ve yatırımların düşüklüğü, sermaye birikiminin yetersizliği, teknoloji üretememek, eğitim düzeyinin düşük olması, hızlı nüfus artışı sıralanabilir.
Bu özelliklerin tamamen tersini taşıyan ülkeler ise gelişmiş ekonomiler olarak nitelendiriliyor.
Dolayısıyla bizim ekonominin neden ‘diplerde debelendiği’ sorusunun bir açmazının da ‘sermaye yetersizliği’ olduğu ortaya çıkıyor.
Peki sermaye neden yetersiz?
Yukarıda değindiğimiz gibi “Osmanlı, bölgesel genişleme, geleneksel tekelci ve tutucu arazi sahipliği ve tarımın yörüngesinde devam ettirirken, Batı ülkeleri, Osmanlı'nın aksine zenginlik-güç-zenginlik denklemi ile üretim ve sanayiye fazla önem vermesi” sermayenin oluşmasını hızlandırdı.
Böyle bir mirası devralan Türkiye Cumhuriyeti’nde ise sermaye yetersiz kaldı.
Burada ortaya az gelişmiş ülkeye uluslararası sermayenin çekilmesi fikri doğdu.
Ancak uluslararası sermaye hareketliliği incelendiğinde; bu sermayenin gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinde ucuz işgücünü teşvik ettiği, altyapı ve eğitime önem vermediği, bu nedenle gelişmemiş ülkenin teknolojik sıçrama yapamadığı ve sadece ara üretim sürecinde bırakıldığı biliniyor.
Devlet kaynakları ile sermaye yaratma modeli uygulamaya konulmasının sonucunda ise ancak siyasi olarak iktidarla aynı fikirde olan yatırımcılardan sermayedar yaratıldığı ortaya çıkıyor.
Mesela Turgut Özal’ın iktidarının olduğu yıllarda, benzer bir sermaye grubu oluşturuldu. Bu sermayedar kesimi, bankacılık başta olmak üzere; finans sektörünün en önemli unsurları haline getirildi. 2001 krizi öncesinde Türkiye’nin sayılı bankalarına sahip oldular.
Ancak krizde 44 milyar dolar gibi bir yükü halkın sırtına bıraktılar.
Bu duruma son yıllardaki bir başka örnek; geçiş garantili otoyol ve köprü yapım işlerini kapsayan Kamu-Özel İşbirliği (KOİ) Projeleri gösterilebilir.
Yerli sermayenin yaratılmasının amaçlandığı bu uygulamada da devlet kaynaklarının dolayısıyla da halkın sırtına yüklenen vergilerin ‘geçiş garantisi’ adı altında bu sermaye gruplarına verildiği sağlıksız bir sürecin olduğu görülüyor.
Dolayısıyla ‘Ekonomisi nasıl bir ülke hayal etmeliyiz’ sorusuna yanıt aranırken, herkesin yaşadıklarını ve önümüzdeki 5 yıl yaşanacakları iyi irdelemesi gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
cemilcahitsaracoglu.blogspot.com